Modanın feminizmi: 3 farklı söylem

Çemberli etekler, korseler, topuklu ayakkabılar, mini etekler, sütyenler ve makyaj farklı dönemlerde farklı yaygınlıklarla da olsa hep kadınlar tarafından giyildi/kullanıldı. Her ne kadar moda endüstrisinin türlü mecralarında bu giysilerin erkekler tarafından da kullanılabildiği türlü ihlallerden söz edebilsek de, bu ihlallerin podyumların dışına çıkarak sokakta ve gündelik yaşamda kitlesel bir karşılık bulduğundan söz etmek çok mümkün değil. Hal böyleyken, burada mevzu edilen kadın giysilerinin kadın giysisi olmasından mütevellit feminist hareketin de kadın giyimine ve modasına dair söyleyecek bir çift sözü hep oldu. Elbette feminist hareketin kadın modasına yaklaşımını tek bir cümleyle özetlemek haksızlık olacaktır; ancak, 19. yüzyılda daha çok alkol karşıtı hareketle iç içe Hıristiyan cemaatlerinin içinden doğan erken dönem feminizmin ve 20. yüzyılın feminizmlerinin modayla çok da iyi geçinmediğini söyleyebiliriz. Buna karşın; 80’li yılların sonlarından itibaren başka bir feminist gözün filizlenmeye başladığı ve tabiri caizse topuklu ayakkabılar ve mini eteklere yeniden göz kırpmaya başladığını not etmek de mümkün.

Bloomer Takımları Çemberli Eteğe Karşı

Amerika’da 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmakta olan feminist hareket en çok kadınların oy hakkı, yüksek eğitim hakkı gibi konularda mücadele ediyordu. Kadınların toplumsal yaşamdaki mevcudiyetine dair talepler kadınların fiziksel hareketliliğini artırmak anlamına geliyordu. Dolayısıyla, kadın giyimi de feminist siyasetin kendiliğinden bir konusu haline geliyordu. Bu yüzden, kadın giyiminin reformcularından sayılan Amelia Bloomer sahibi ve editörü olduğu, 4 bin kadar basılan Lilyadlı süreli yayında şöyle diyordu:

“Kadın giyimi onun istek ve ihtiyaçlarına yanıt verir nitelikte olmalıdır. Öncelikle kadının sağlığı, rahatı ve kullanışlılığı esas olmalı. Elbette bu kadının kişisel süslenmesinden vazgeçmek anlamına gelmemeli ama süslenmenin diğer kriterler arasında en sonda yer alması gerekiyor”. [1]

Sağlıklı, rahat ve kullanışlı bir kadın giyimi kadın giyiminin rasyonelleştirilmesi anlamı taşıyordu. Bu da pratikte en çok krinolin de denilen çemberli etek ve korseyi hedef alıyordu. Tıbbi amaçlarla ve erkekler tarafından da kullanılsa da, korseler daha çok kadınlar tarafından estetik kaygılarla giyiliyordu. Bedeni inceltmek ve bel genişliğini azaltmak ve böylelikle göğüs ve kalça kıvrımlarını belirginleştirmek için tercih ediliyordu. Çemberli etekler de dönemin modasının tipik örneklerindendi. Bu dönemde kadınların bacaklarını saklaması oldukça revaçtaydı. Bu yüzden, devasa boyutlara ulaşabilen çemberli etekler kullanılıyordu. Ancak bu etekleri giyen iki kadının ortalama boyutlarda bir odaya birlikte girmeleri ya da aynı kanepeye oturmaları imkansızdı. Amelia Bloomer bu yüzden dönemin kadın modasına kadın bedenini sınırlandırdığı için karşı çıkıyordu. Dönemin feminist hareketinin aktivistlerinden

e2e702bcead7fd58df44d89d06a00401
Bloomer Takımları

Elizabeth Smith Miller’ın bu coğrafyalarda da giyilen şalvardan esinlenerek geliştirdiği bol pantolonu, pantolonun üzerine giydiği eteği ve ceketi Bloomer da hızla benimsemişti ve kendi dergisinde de kadının sağlıklı, rahat ve kullanışlı giyimine örnek olarak tanıttı.

Bu yeni “kadın modası”ndan Bloomer’ın dergisi sayesinde pek çok insan haberdar olmuştu. Hiçbir zaman gündelik yaşamda yaygınlaşmadı. Hatta dönemin erkek giysisi olarak anılan pantolona öykündüğü için alay konusu edilmiş ve bu giyimdeki kadınlar sözlü tacizlere maruz kalmıştı. Ancak hızlıca sönen ve yaygınlaşmayan bu yeni giyim tarzı Bloomer sayesinde oldukça konuşulur olmuştu. Bu sebeple, giyim tarzını geliştiren Miller’ın değil, Bloomer’ın adıyla kadın moda tarihinde yerini aldı. Herkes bu giyim tarzınden Bloomer takımları ya da Bloomer kostümü olarak söz ediyordu.

Sütyenler Yakılıyor

19. yüzyıl feminizminin aksine 20. yüzyılda feministlerin modaya karşı mücadelesi çok daha radikal bir çizgide seyrediyordu, denebilir. Hedefte artık sütyenler, topuklu ayakkabılar, mini etekler ve hatta makyaj vardı. Ancak geliştirilen argümanlar önceki yüzyıldan kesin olarak ayrışmıyordu. Kadınlar modanın kendilerini erkek gözüne hitaben beden hareketlerini sınırlandıran, sağlıklarını bozan ve kullanışlı olmayan bir güzellik anlayışını dayattığını söylüyorlardı.

Her ne kadar 20. yüzyıldaki moda karşıtı hareketin sesini sokakta duyurmaya başlaması 60’lıve 70’li yıllara dayansa da, moda karşıtı feminist argümanlar biraz daha öncesinde, Simone de Beauvoir’in klasikleşmiş eseri İkinci Cinsiyet’te de bulunabilir:

“Kadınları kendine esir eden modanın amacı kadınları bağımsız bir birey olarak kurmak değil, onu erkek arzularının kurbanı haline getirmektir. Böylece toplum kadına bir alan açmak şöyle dursun, onu sınırlandırır. Etek pantolondan daha rahatsızdır, topuklu ayakkabı yürümeyi güçleştirir; elbiseler, ayakkabılar, şapkalar ve çoraplar ne kadar az işlevselse o ölçüde şıktırlar; giyim bedeni saklar, deforme eder ve [erkek arzuları için] yeniden sunar” [2]

Modanın kadınların bedenini sınırlandırması, şekillendirmesi ve erotize etmesine karşı geliştirilen mücadelede etek, topuklu ayakkabı ve rujun arasında sütyensembolik bir önem arz ediyordu. 1968 yılında Atlantic’te gerçekleştirilen ve kamuoyunda “sütyen yakma eylemi” olarak geniş yankı uyandıran eylem, sütyenin sembolikleşmesinde köşe taşını oluşturuyor. Güzellik yarışmalarının hayvan pazarlarından farkı olmadığı ve kadınların aşağılandığı seremonilere dönüştüğünü dile getiren 400 kadın, o yıl Broadwalk’ta düzenlenen Miss America güzellik yarışmasının yapıldığı binanın önünde toplanarak bir protesto gerçekleştirmişti. Kadınlar eyleme, güzellik kraliçeliği kurumunu temsilen başına taç geçirilmiş bir kuzuyu da getirmişti. Ancak eylem en çok feminist kadınların “özgürlük çöplüğü”yle ses getirdi. Kadınlar kendilerine dayatılan tüm feminen eşyalarını bu çöplüğe atmışlardı. Bu çöp kutusu kadınların sembolik olarak temizlik malzemeleri, mutfak gereçleri, kadın dergileri, topuklu ayakkabılar, sütyen ve pornografikyayınları biriktirdiği bir temsildi. Ancak; medyanın ilgisini en çok bu çöp kutusundaki sütyenler çekti. Eylem medyada “sütyen yakma eylemi” [bra-burners] olarak temsil edilmişti.

Moda, Yeniden

80’li yılların sonundan itibaren feminizmin moda karşısındaki keskin dili değişmeye ve dönüşmeye başladı. Hatta, önceleyen yaklaşımlar kadınların özgürleşmesini “erkeksi” bir giyime endekslemekle eleştiriliyordu. Rujlarından, topuklu ayakkabılarından ve mini eteklerinden vazgeçmek, ağır botlar ve bol kesim blucinler mi kadınları özgürleştirecekti? Bunun da ötesi, rahatlık ve konforu cinsellik ve estetiğe önceleyen moda karşıtı söylemin kasti ya da farkında olmaksızın muhafazakar bir söylemin uzanımı haline geldiği belirtiliyordu.

Aslına bakılırsa, özellikle 19. yüzyıl feminizminin moda karşıtlığında Hıristiyan muhafazakarlığının izlerini açıkça görmek mümkün. Bloomer modasının öncülerinden Amelia Bloomer, Elizabeth Smith Miller, Elizabeth Cady Stanton gibi isimler feminist hareketin olduğu kadar alkol karşıtı harekete (temperance movement) de dahil oluyorlardı; tutucu Protestan cemaatleriyle oldukça sıkı bağlantıları vardı.

Tutucu dini inançlardan izler taşıyan moda karşıtı feminist söylemin karşısında 90’lı yıllarla birlikte yeniden şekillenmeye başlayan bir söylemi belki de Iris Marion Young’ın şu alıntısı en iyi şekilde özetliyor:

“Araçsal bir kültür içerisinde feminenliğin en önemli imtiyazı estetik özgürlüğüdür. Biçimlerle, renklerle oynama özgürlüğü, farklı stillere ve görünümlere bürünebilme ve bu yolla gerçek-dışı olasılıkları gözler önüne serebilme özgürlüğü… Böyle bir kadın imgesinin özgürleştirici olanakları vardır çünkü böylelikle [giyim-kuşam] saygın olanı, işlevsel rasyonelliği tersyüz etme, yerinden etme potansiyelini barındırır” [3]

Notlar

[1] Amelia Bloomer

[2] Beauvoir, Simon (1989) Second Sex, Knopf Doubelday.

[3] Young, Iris Marion (1994) Women Recovering our clothes, On Fashion içinde, Shari Benstock (ed), NJ: Rutgers University Press.

1 thought on “Modanın feminizmi: 3 farklı söylem”

  1. Geri bildirim: Papyon: Akademik Kıyafet Kodu |

Bir Cevap Yazın